Hatırlarım;
Eskiden paramız yoktu, mutluluk çok…
Sözleşmeden buluştuğumuz kahvemiz vardı, ona da borcumuz çok…
Yemeden içmeden geçen akşamlar vardı, gürültümüz çok…
Yediğimiz içtiğimiz geceler de vardı ama yangını çok…
Balığa gideceğiz deyip, dükkan köşelerinde uyuduğumuz çok çok…
En nihayetinde zaman azdı ama dostluk çok…
Geldiğimiz noktaya bakıyorum, elbette suçlu yok…
Hayat böyle işte; sulamadığın çiçek paşa gibi bir müddet sabırla bekliyor… Sonrası uçlardan hafif sararma, ardından su arayan fazlaca damarlar… Nihayeti ise ölüm…
Daha oraya varmadık, ama sulanmıyoruz… Suyumuz eksik…
40 Yıl sonra bile olsa aynı yerden başlayacak dostluklar ne yazık ki hiçliğin ortasında kaldı…
Torpidoyu açsan, eksik olan sadece ruhsat değil… Koskoca bir gençlik!
Dedim ya, suçlu yok…
Ama en büyük yokluk da bu ya…
Ömür 24 saat olsa; ömrün dörtte birini dostluğa harcamış olma hissi yok mu? İşte en çok o koyuyor insana… Hani yola çıkarsın da cüzdan, telefon evde kalır… Yolun yarısında dönüp aptallığına ağlayasın gelir… İşte bu öyle bir dostluk… Cüzdan, telefon evde… Sen yolda… Gittiğin yere borçlu… Zor…
Tabii her zorluk, bir imtihan…
İnsan sınandıkça gelişiyor, büyüyor…
Paşa misali! Elbet yağmur yağıyor… Az da olsa, gün açıyor.
Sonunda bir eve düşüyorsun, sana bugüne kadar bakmadıkları gibi bakılıyorsun… Suyun, toprağın hep taze… Bol… E tabi büyüdükçe, geliştikçe sende onlara güzelliğini göstermek istiyorsun. Bir süre sonra güzelliğin geçici olduğunu bildiğinden, bulunduğun ortamın havasını temizliyorsun… O da yetmiyor metre metre uzayınca ev sahibi olsunlar diye didiniyorsun…
Bir çiçek bile bunları yapabiliyorken, ömrünün dörtte biri bunu yapamıyor…
Düşünebiliyor musun?