Anasayfa » Neresinden Tutsam? » Bölüm 1
Siyah Arka Plan Beyaz Arka Plan

Hayatımın hiç bir döneminde bu kadar üretkenlikten uzak olmamıştım… Kısaca son 1 yılımı tanımlamak gerekirse günü yaşamayı unutan ben, beni unutmak için bahane arayan bugün diyebilirim. Saçmalıklarla dolu, garip 1 yıl… Güzel anıları tenzih ederek hayatımı anlatmaya başlamam doğru olacaktır. Şimdiden verdiğim rahatsızlık için özür diliyorum. Düne, bugüne ve yarına selamlarımla…

1965’in o deli yazında göz gözü görmeyen Ağustos’un 13’üydü ilk kendimi gördüğüm gün… Sade bakışlı, uzun boylu ve diğer herkese benziyordum. Pamuktan keten kumaşlı açık deniz rengi gömleğim, ince açık gri çizgili lacivert ceketim ve pek tabi dar paçalı pantolonumu tamamlayan eskimeye yüz tutmuş Oxford ayakkabılarım. Kıssadan hisse o günün sözüm ona kendini İstanbul beyefendisi hissetmeye çalışan garip bir ben… Saçlarım mı? bugünden çok farklı değildi tabi ki; yanlar kısa, üstler her zaman ki gibi uzun mu uzun… Karadenizli bir müteahhit izinsiz kat çıkmış da o kata bir de balkon konduruvermiş gibi… Bu fevkalade görüntü ne Sean Connery ne de ucundan Marlon Brando idi… Ama belki uzaktan Rock Hudson vari diyebilir miydik? Emin değilim… Bu konu çok su götürür… Biz devam edelim.

İstanbul’un o günleri; yolunu bulmaya çalışan insanların bir araya geldiği, bugün bizim adına nefes almak dediğimiz sokakları yaşayan bir hali vardı. Beyoğlu, Kadıköy, Nişantaşı… Daha azdılar belki, ama bugüne göre çok daha fazla yaşanmışlıkları olduğu aşikar…

Güneşin altın rengi, vapurların sulara vuran ışıklarıyla dans ediyordu. Şehrin her köşesinden gelen sesler birbirine karışıyor, İstanbul’un kalabalık ve karmaşık dokusunu oluşturuyordu. Beyoğlu’nun dar sokaklarında, İstiklal Caddesi’nin hareketi hiç dinmiyordu. Hatırlıyorum;  neon ışıkları altında dans eden gölgeler, kafelerin dumanlı atmosferinde kayboluyordu. Lokantaların teraslarında, müşteriler akşam yemeğinin tadını çıkarıyor, çevrelerindeki insanları izliyorlardı. İstanbul’un kalbinin attığı bu sokaklarda, her an yeni bir maceranın başlangıcı olabilirdi… En azından o günün fanileri bunu düşünüyorlardı diyebilirim.

Konuyu biraz daha uzatmak da fayda olduğunu düşünüyorum çünkü 1965 İstanbul’unu asla göremeyecek olsanız dahi öğrenmek isteyeceğinizi biliyorum.

Devam ediyorum…

Sokak sanatçıları, köşe başlarında müzik yapıyor, insanların kalbine dokunmanın her zaman bir yolunu buluyorlardı. Birinde, Spanish Guitar tınıları duyulurken diğerinde melankolik bir keman sesi yankılanıyordu. Bazıları kendi bestelerini çalarken bazıları ise klasik eserleri yorumluyordu. Klasik derken, bugün çoğumuzun ne yazıktır ki unuttuğu şahane longalar, sirtolardan bahsediyorum. Hele semaileri hiç söz konusu etmiyorum! Lütfen müsait zamanınızda Tanburi Cemil Bey’den Hüzzam makamı saz semaisini dinlemeyi unutmayın! Diğer önerilerimi de yazıcığımın sonunda bulacaksınız. Takipte kal!

İstiklal Caddesi’nde ilerlerken, dükkan vitrinlerinde göz alıcı kıyafetler ve mücevherler parlıyordu. Moda ve sanatın buluşma noktası olan bu cadde, bugün sadece belirli bir kesime hizmet etse dahi 1965’in güzide Türkiye’sinde her zevke hitap eden mağazalarıyla doluydu. Gece boyunca, insanlar alışveriş yaparken, sokak satıcıları da el işi ürünlerini sergiliyor, geçenlerin ilgisini çekmeye çalışıyordu. Pek tabi saygı o günlerde insanların yüzündeki en güzel maskelerden biri idi…

Beyoğlu’nun bu canlı atmosferi, İstanbul’un ruhunu yansıtıyordu. Gece boyunca devam eden bu yaşam, şehrin hiç uyumadığını gösteriyordu. Her bir sokak, her bir köşe, kendi hikayesini anlatıyor, her bir insan, kendi izini bırakıyordu. İstanbul, sonsuza kadar değişen ve dönüşen bir şehirdi elbet, ancak Beyoğlu’nun canlılığı ve ruhu, her zaman aynı kalacaktı ki 15 Temmuz 2011 yılında her şey ta derinden değişmeye başladı.

“Radikal gazetesinin haberine göre 15 Temmuz’da Berat Kandili akşamında Başbakan’ın araçla yaptığı Beyoğlu gezisinde, aracın bir kafenin önünde çok fazla masa olması nedeniyle buradan geçememesi sonucu bölgede kontroller ve operasyonlar başlatıldı. Öte yandan Beyoğlu Belediyesi’nin dışarı atılacak masalara sınır getirmekle ilgili olarak çalışmalarının 1 ay öncesinden başlaması da dikkat çekti.”

Türkiye 1965 yılında veya 1945 yılında ve hatta en çok olmasını istediğimiz 1925 yılında ki Türkiye değildi. Artık dibe doğru sonu belli olmayan bir çukurun; sessiz yalnızlığına mahkum, cahiliye dönemine öykünen garip bir ülke olma yolunda ilerlemeyi seçmişti. Lütfen kusura bakmayın asıl hikaye bu değil elbette, ancak hem o günleri yaşamış hem de bir vatanperver olarak burada Mustafa Kemal’in, Hasan Tahsin’in ve diğer vatan evlatlarının açtığı bu müreffeh yolda Kuva-yi Milliye ruhunu sonuna kadar yaşatacağımızı da söylememiz elzemdir.

Konumuza dönelim…

13 Ağustos akşamı Beyoğlu caddesinin gürültüsünü bastırmaya çalışan bir delilik sürüp giderken kendimi sessiz bir gölge gibi hissediyordum… Türk Emniyet teşkilatının son 13 yılına bin bir zorlukla adını yazdırmayı başarmış anlı şanlı Azim Komiser! Fatih’in aslanı, Beyoğlu’nun kaplanı… Ne güzel mahlaslar değil mi? Emin olun bugün hepsi boş payeler, hepsi birer birer yok olup giderken ardından bakakalan bir garip Azim’im ben… Sizin deyiminizle Eyy Azim!

Leyla Aydın’ı işte o akşam bu anti sosyal serzenişlerimin arasında görmüştüm. Telsizden gelen anons üzerine Kadı Memet Sokağı ile Kulaksız Caddesi’nin kesiştiği noktadan aşağı doğru girdim. Sokaktan bir hışımla sola dönünce cami sanıp besmele çekerek girdiğim yerin aslında bir kilise olduğunu öğrenmem ise gerçekte paha biçilmez bir şaşkınlık kaynağıydı. İnsan; biraz, din kültürü ve ahlak bilgisi… Ama yok işte nerede it kopuk ardında Azim Baba…

Amerika hala Vietnam’a asker göndermeye devam ediyordu ve ben bunu anlayamıyordum. Orta Doğulu kafası işte, o zamanlar kıt kaynakların tamamına sahibi olma dürtüsü bizim gibi ülkelerde pek rastlanmazdı. Tabi ki İsrail’in Filistin ile savaşı ara vermeden devam ediyordu. Leyla, tüm bu makro eşkiyalıkların ortasında dünya dertlerinden el çektirilmek sureti ile kilisenin yeni cilalanmış sıralarından birinde dua eder halde oturmaktaydı. Ancak yanına yaklaşarak oturabildim ve sessizce, “Leyla.” diye seslenmeye çalıştım. O anda; gözlerindeki hüzün ve ardından gelen sessizlik…

Bu hüzün ve sırlarla dolu hikaye böyle başladı işte. Her şeyi ardımda bıraktığım ve boşuna yaşadığım onlarca gün, yıllarca saat. İşte hayatımın sonsuzluğa yolculuğunu bugün 17 Temmuz 2023’de yazmaya çalışan ben belki de asıl yaşaması gerekenlerin hayatını yaşarken kendimi suçlayarak harcayacağım yılların diyetini ödemeye çalışıyorumdur. Bilemiyorum! Audubon Balo Salonu’nda Malcolm ölmeseydi mesela… 9 Ekim’de Che… Martin Luther King? Ya dünyanın, ülkelerin seyrini değiştirip de ölmeyenler…

Konuşacak o kadar çok şey var ki…

Merak etmeyin, vaktimiz bol…

Düne, bugüne yarına…

Selamla, Azim.

Söz verdiklerim:

Hüzzam Makamı Saz Semaisi – Tanburi Cemil Bey
Hicaz Makamı Saz Semaisi – Tanburi Büyük Osman Bey
Neva Kârı – Tanburi Cemil Bey
Rast Peşrev – Neyzen Salih Dede
Hicazkar Sirto – Refik Fersan
Sultaniyegâh Saz Semaisi – Tanburi Cemil Bey
Hüseyni Saz Semaisi – Tanburi Cemil Bey
Şehnaz Longa – Tanburi Cemil Bey
Segah Sirto – Refik Fersan
Hicaz Mandıra – Sadettin Kaynak